11 Ekim 2013 Cuma

Dram GmbH

kimse kimseye sormaz
"yoğurdun ekşi mi?" diye
ağrı dağı'nda bir çiçek açar
siz koklayasınız diye.

Rüştü Süleyman Yağız

29 Mayıs 2012 Salı

Bir Realizm Vardı, Geçmişte


‎"bir realizm vardı, geçmişte;
çenesi memelerine kadar sarkık,
dimdik başıyla uyanırdı sabahları,
ilk işi mürekkep aramak olan.


bir realizm vardı, geçmişte;
yer yer döküldü saçları,
sonra geldi modernizmin ağrıyan karnı;
rüyalar girdi işin içine; unutuldu keloğlan."

Agah R.






Realizm'den ömrüm boyunca kopmamayı diliyorum.


İyi geceler.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Bu İş Çok Zor Yonca!

Benim ciddi şekilde şöyle 3-4 bin liraya falan ihtiyacım var.



Dedemlere gittim demin. Ulan 3-5 bir şey alırız diye. Genelde o beni görünce sevinir, yattığı odaya gider ve dolaptaki döşeklerin altından, o evde yokken baktığım ama paraları bir türlü bulamadığım o garip yerden para çıkartır ve bana verir.

Yine aynı umutlarla gittim dedemlere. Ama tabi ki bir anda çıkartıp da "Al oğlum; 2500 lira" demeyeceğini iyi biliyorum. Verse de almam zaten. Yazık değil mi adama? Etrafı izlerken, dedem ve halam "Sakarya-Fırat" adlı "hangi sike merhem" olduğu bilinmeyen diziyi izliyordu. Ne güzel lan, dedim içimden. Bu eve ayda giren para miktarı azımsanacak kadar değildi, azımsanmayacak hatta yüksek sesle karanlığa bağırılacak kadardı.

Evde her daim açık; yaşlı olduğu su götürmeyen, fakat sürekli hasta olma hali oluk oluk su götüren babaannemin yatağı vardı yine; tek farkla: Babaannem kiracılardan birine baş sağlığına gitmiş. Dedem de oradaymış da, orada duvarda asılı televizyona çok şaşmış. "Ula Fener'in maçı amma güzeldi orada" dedi hatta. Dedem Beşiktaşlı bu arada. O nerden baksan 2000-2500 lira dede, dedim. İnanmadı.

56 yıllık kanepede otururken, karşımda annemle babamın evliliğinden kalma (1986), annemin sıkılması üzerine babamın tasarımı vitrin almamızla dedemlere verdiğimiz siyah tahta yığınına bakakalıyorum. Çocukken hayal meyal hatırladığım bu vitrin çok zamandır dedemlerde, içinde çok anlamsız, çok düzenli ninja kaplumbağalı su bardakları, hiç kullanmadıkları çeşitli fraksiyonlarda bardaklar, kaşık çatal cenapları.

Halıdaki izlere bakarken, ne zaman para verecek, sübliminal mesaj için acaba sağ baş parmağımı işaret parmağıma sürsem mi, diye düşünürken, dedem, "Çok güzel köfte var ne köfte hem de" dedi.

Hay anneannesini! Biz para beklerken 20 senedir olan oluyordu. Yine yemek yesin torunlar da, gerisini at Haliç'e diyordu dedem. Dede, ne köftesi akşam akşam ya, deyip sübliminal mesajı yaptım bakmadığı bir yerde. Güldü: "Sulu elma var, amma ne sulu elma, sert ki taş gibi" dedi. Hay elmanın çekirdeğine, deyip içimden kalktım. İyi geceler, dedim.

Karşı dairede olan evime geldim. Apartman boşluğunda karanlıkta kafamı duvara dayayıp düşündüm:
Bu iş çok zor Yonca!

15 Nisan 2012 Pazar

Allah'ı Öldüren Çocuk

Dündar kanepedeki yerini iyice doldurmuştu. Hepi topu 109 cm vücudu sıcacık ve alışılmış bu kanepede siperine sığınmış bir asker gibiydi. Az ileride annesi ve babası sessizce konuşuyorlardı, odanın penceresi açıktı:



- Amma yapıyor annen de. Zaten yarı ölü gibiydi adam. Hastaneye kaldırıldığı iyi oldu, Allah'ın işi işte, annen de rahatlar.
Kadın kum gibi bir sesle: 
- Doğru konuş. Adam diye küçümsediğin benim babam. Senin baban sanki...
- Ne alakası var benim babamla? Hem küçümsemedim ki babanı. Babama niye laf ediyorsun?
- Senin babanın bir faydası mı oldu bize?  Adam diye aşağıladığın babam biz evlenirken, bir evini bize verdi. Benim babam...

Kadın cümlesini bitiremeden boynunu büktü ve elleriyle yüzünü kapadı. Adam aniden koltuktan kalkıp pencereye yöneldi; ezan okunuyordu. Dündar, üzerindeki ceviz rengi battaniyenin altında boylu boyuna uzandığı minik gövdesini kıpırdattı. Aslında çoktan beri annesiyle babasını dinliyordu. Salonda sıkça uyuyor gibi yapıyor, sonra salonda o an kim varsa onları dinlemeye bayılıyordu.


Neler duymamıştı ki? Annesinin arkadaşı ve yan komşuları Aylin Hanım'ın apartmandaki üniversiteli bir gençle sinemaya gittiğini, annesinin vücudunda belli bir düzende olması gereken bazı şeylerin zamanında olmadığını, bu zamanında olmayan şeylerin sürekli Aylin Hanım'da da olduğunu, iki kadın ne zaman bir araya gelse bacaklarındaki-kollarındaki-yüzlerindeki tüyleri aldırmanın hesaplarını yaptıklarını duymuş; babasının telefondaki arkadaşıyla konuşurken işten çıkmaya karar verdiğini ama karısına bunu şimdilik söylemeyeceğini öğrenmişti. Ama bunların ne anlamı vardı ki? Aslında Dündar'ın tek bir hesabı vardı: Uyuma numarası yaparken, her defasında numarasını yaptığı insanların kendisi hakkında konuşacağına kesinlikle inanıyordu. Ama pek ender şekilde bu hesabı tutuyordu.

Şimdi de dedesi hakkında bir adamın bir şeyler peşinde olduğunu duymuştu. Kimdi bu Allah?


...

13 Nisan 2012 Cuma

Ölüm Bahçesine Komşu

Dedem 1933 doğumlu. Ben düne kadar 1930 doğumlu olduğunu biliyordum. Daha dün, gayet rahat ve dünyada ikimizin en çok konuştuğu konu olan "geçmiş zaman"ı konuşurken, pat diye doğum yılını 1933 olarak hatırladı.


Yansıma dilimizin döllediği güzel bir kelime. Yazı yazarken yansımaya bulaşmayı pek sevmem. Ama misal yan dairede dedem kelimenin tam manasıyla "ehhaa ehaae ehaaae" diye öksürüyor. Dilim pek varmasa da, çevremde ölüme en yakın gördüğüm insan.

Yaşlılarla oturup da konuşmak güzel şey. Çocukluğumun tamamı dedemin sağ fraksiyona ait gazetelerini okuyarak, mahalle bakkalıyla cumaya giderek, anneannemden peygamberlerin hayatlarını dinleyerek, annemden iyi ahlak sahibi bir kul olmanın püf noktalarını öğrenerek geçti. Bu saydıklarımdan yalnız gazete işi devam ediyor, hala gider dedemin gazetesini okur, geçmişi, geçmişini, köy hayatını, köyden kente göçüşlerini, onlardan önce veyahut birlikte İstanbul'a göçmüş insanların öykülerini dinlerim; zerre sıkılmam.

Yaşım arttıkça şunu fark ettim: Dedem de babaannem de hep bahsettiklerinin ardından "Allah rahmet eylesin" diyip duruyor. Şimdi yakınlarımızın ölmesini istemeyiz elbet; hatta yakınlarımızın yaşıtları-arkadaşları birer birer öldüğünde konduramayız yakınlarımıza toprağın altına konmayı. Bu biz küçüklerin görüşü. E peki, yaşıtları-arkadaşları patır patır ölen insanın ruh hali ne olacak? Ölüm bahçesi henüz pek uzak bizden, ona ne şüphe!

"Yaşlanmadan öleyim ya, 35 yaşımı görsem yeter" demiyorum. Ama ölüme yaklaşan insanın ruh hali nicedir hep merak ederim. Gözlerin kenarı çatlamış çerçeve kırışığı, ne renk olduğunu gözler bile unutmuş, hastalığın bini bir para.

 Bir ton yaşanmışlığı ardından bırakıp ölüm bahçesine ayak basmak pek kötü şey.



8 Nisan 2012 Pazar

Kurutulmuş Hayaller

Hayatım boyunca (şu ana kadar yaşadığım senelerden bahsediyorum) yemeğe düşkün, hatta yemek söz konusu olduğunda elitist biri oldum.




Gıdaların bizim kültürümüzde yeri çok başka. Teknolojinin güzel yanı elektrik, televizyon ve konumuzla alakalı olarak buzdolabı, hem Türkçe'ye hem de kültürümüze pek geç girmiştir. Bunun için de bizim gibi diğer dünya milletleri ve kabileler belli başlı gıdaları koruma altına alıp, söz konusu gıdayı mevsimi geçince de yemek istedi. Ne güzel.

Dönem dönem bizi ayakta tutan belli başlı hayaller (ki umutla koyun koyuna aklımızda belirirler) yerlerini çok alakasız şeylere bırakabiliyor. Yağlı boya resim yapmak, yeni bir fotoğraf makinası almak, sanki bir anda yamuk her şeyi düzeltecekmiş gibi tatile çıkmak, saatler boyu pipo içmek, Eminönü pazarından yeni bir manto almak (anneminki bu), yeni aldığı cep telefonunu hiç ama hiç elinden düşürmemek (babam) ... gider daha.

Biz, benim anladığım kadarıyla ara veriyoruz hayallerimize. Yani demin söylediğim, "yerlerini alakasız şeylere bırakma" aşaması çok da farkında olmadan yaptığımız bir şey. Misal, bir sınav oluyor, bir kadın-bir erkek çıkıyor karşımıza, kredi kartı borcu, otöbüsü kaçırmak belki o hayali düşünürken ... gider gider daha.

Amma bildiğim en büyük şey, bu "yerlerini alakasız şeylere bırakma" aşaması kendi içinde kendini yok ediyor. Siz hayalinizi unuturken bu saçma şeylerle, o saçma şeyin içerisinde de o kendinizi rahat hissettirecek hayallerinizden en az birine ait ipuçları buluyorsunuz.

Hayat akıp gider... pardon: Rüzgar kanatlı atlılar gibi geçerken hayat (Necdet Şen'in iteklemesi ile N. Hikmet) insanı ayakta tutan şeyin adı hayal oluyor. Ben mesela normal biber dolmasına oranla, yazın kurutulmuş dolmalık biber ve yine yazın yapılmış tarhana çorbası eşliğinde bir kış gecesini masmavi bir deniz manzarasına değişirim.

Normal bir akışta kurulan (rüzgar kanatlı at işte) hayaldense, bir anda aklımı çelip unuttuğum ve sonra kaçırdığım otöbüsün numarası, bana dik dik bakan okuldaki Arap çocuk ile veyahut dedemin bıyıklarından aklıma Ayhan Işık'ın gelmesini; Ayhan abi'den de Sadri Alışık'a gelip Turist Ömer serisini izlemeyi çok seviyorum. Bir zaman kuruttuğum hayalleri sonra yemeyi eşsiz buluyorum.

4 Nisan 2012 Çarşamba

Yenilmek, kaybetmek ve pathetique

İttihat ve Terakki subaylarının 1. Dünya Savaşı'ndan sonraki ruh hallerini anlayabiliyorum.




Çünkü o adamlar büyük zamanların büyük adamları olarak yetiştirildiler. "Bir savaş çıkacağı malum, ama kim kazanacak?" dediği vakit İttihatçıların önde gelenlerinden Kara Kemal Bey, aslında içten içe büyüyen bir kibirle "biz kazanacağız" diyordu; kaybettiler. Kara Kemal Bey yakın bir arkadaşının bahçesindeki tavuk kümesinde saklanırken öldürüldü.

Henüz büyük savaşın başlamasına çok varken kurulan bir cemiyettir İttihat ve Terakki. Birçoklarının mason diye adlandırdığı bir cemiyet. Şüphesiz ki masonlar kadar dolambaçlı ve kapalı bir sistemleri vardı. Belki de masondular. Ancak uğruna ant içtikleri Osmanlı ülkesinin ne hale geldiğini; imparatorluğun yalnızca Abdülhamit'e  kazan kaldırdıkları Selanik ve Makedon Dağlarından ibaret olmadığını Harbiye'den çıkar çıkmaz anladılar.

Bu farkına varış bana çoğu zaman büyük bir hayal kırıklığı, büyük bir eziliş, müthiş büyük bir labirentte kaybolma telaşını andırıyor. Ve işin düz mantık yanı son zamanlarda (Kemal Tahir'in de yardımı ile) kendimi çok fazla şekilde İttihatçı subaylarla benzer durumların içinde buluyorum.

Yenilmenin, kaybetmenin, bitmiş ve tükenmiş olmanın o mağrur yanını göremiyor insanlar. Kaybetmeye bir kulp bulmak mıdır bu? Çaydanlık mı ki kaybetmek kulp bulayım ona? Olanaksızlık, şanssızlık diyorum şu sıra başıma gelen felaketlere. Amma beceriksizlik demiyorum mesela.

İttihatçılardan bir kuru yüzbaşıdır Nazmi. Yarbay Ömer'le birlikte Makedon dağlarında Abdülhamit'e kafa tutmuştur ve dünyada kendini hiç bu kadar işlevsel hissettiği olmamıştır. Sakalları uzar, üşür, sıtma nöbetleri geçirir, kadınsızlık canına tak eder, temiz su bulmak zordur. Ama padişaha, Devlet-i Ali Osmaniye'ye kafa tutmuştur; Robespierre gibi, Danton gibi. Ve bir telgrafla padişahı indirirler tahtından.

Kuru Yüzbaşı Nazmi olur sana binbaşı; Yarbay Ömer olur Albay Ömer Üsküdar. İstanbul'a hükümete yardım etmeye gelirler. Önce Balkan'da, sonra Trablus'ta sonra da Dünya Savaşı'nda kaybolur giderler. Ne Trablus benzer Selanik Limanı'na, ne de Kanal Cephesi'nin gece ayazı benzer Makedonya'nın ovalarına.

İnsan, işte Kuru Yüzbaşı Nazmi gibi kaybettiğinde aklına ne getirir bilmiyordum; gerçekten kaybedene kadar. Sadece mağrurluk, kendini sorgulama geliyor; o kadar. Seni mutlu eden insanlarla olmak, susmak iyi geliyor.

Halbuki Kuru Yüzbaşı Nazmi Trablus'tan Kanal'a geçerken savaşı kazanacaklarını biliyordu. Yemek tabağı miğferli İngilizler mi? Adam sen de! Kafataslarında yemek pişirecekti! Komik bıyıklı Fransızlar mı? Erkekliği öğretecekti onlara Nazmi, kibar Fransız erkeklerine kadına dokunmayı! Ama Müttefikler İstanbul'u işgal etti Nazmi Anadolu'ya geçti ve yeni bir destan yazdı.

Bizim destan için daha ne kadar beklemek gerekecek?