10 Ekim 2011 Pazartesi

Hüseyin Cahit Yalçın'ın Önemi


     Bilmiyorum. Yaşım henüz kaçtı? Ama ben heyecanlanırdım. İlk ne zaman heyecanlandım bilmem.

     Bu konuda hatırladığım ilk durum, hiç şüphesiz ilkokulda başıma geldi. Matematikten nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmemişimdir. Ama Matematiğim sürekli 4-5 gelirdi. Tahtaya kalkarken ilk hissettim bunu. Göğsüme minik bir kibrik çalınır, ardından tüm göğüs kafesim merhemi olmayan bir ağrının ağrılığı ile boğuşurdu. Sınıf listesi denilen muhteşem yüzyılda benden önceki arkadaşım (aynı anda ilk sıra arkadaşım) Faruk tahtaya kalkmıştı. Teneffüse 2dk kala Faruk işlemini yapamayıp sıramıza geldi, otağa oturdu. Sınıf öğretmenimiz de minik lacivert "not defterine" otağa kurulmuş Faruk'un bol umutsuzluk dolu notunu yazarken, teneffüse yalnızca 1 dakika kalmıştı.

     Tüm sınıf sessizce olacağı biliyor; cam kenarındaki arkadaşlarım bana bakıp acır gözlerle bakıyor; bense onlara 1 inch kalınlığındaki hafif sarı tüylü koluma takılı, babamın Almanya'dan getirdiği Casio marka gümüş renkli saatimi göstererek gülüyordum. Ama içten içe göğsüm ağrıyor, şu anda üzerimde bayrağı dalgalanan tiklerim ilk istilalarına başlıyor, saç diplerim bir jiletle kazınır gibi oluyordu. Ellerimin içi silgi pisliklerinden siyah; yeşil renk kurşun faber castell'imin siyah kaplı başını dişlerimle yoluyorum.

     Hoca tam zil çalarken adımı haykırdı. Abimin de öğretmenliğini yapmış olan bu hanım hocamı hala çok sever, anısını minnetle hatırlarım. Bense zilin çaldığını söyledim. Hoca önce bana bakıp sonra sınıfa baktı: "Siz çıkın çocuklar." Bana döndü: "Sen kal bakalım ... efendi."

     Babamın Almanya'dan getirdiği minik Adidaslarımın siyah bağlarına bakarak sol üst köşesinde "Emko-Emaye" yazan yeşil tahtamıza doğru ilerliyorum; ağzım dua eder gibi: dudaklarımı yemeye de ilk ne zaman başladığımı şimdi hatırladım.

6 Ekim 2011 Perşembe

Her Güzel Şey Gibi Bitmeyecek Mi?







- Beni niye bu kadar üzüyorsun?
- ...
- Bak sırf senin için gedik hastaneye.. ağrım var dedin, hem tüm gece öksürdün.
- ...

- Ne yani, sırf buraya gelmeden önce oyuncakçıya girmedik diye mi surat asıyorsun? Ne yapalım yani?
- ...
- Beni çok üzüyorsun artık Efe Can?
- ...
- Oğlum bak bütün hastane bize bakıyor. Güzel oğluşum.


     Annenin ayak bilekleri inceydi: esmer ve damarlı. İnce bacakları yoktu, yani o moda taytlar kadar bir kottu bu; bacakları tam görülemiyordu. Korkuyordu kadın, kucağında çocuğu ile konuşuyordu. Çocuk saçlarıyla birlikte, minik bir akasya ağacıydı. Henüz 6-7 yaşlarında, hırçın bir esmerlik her yanından belli ediyordu kendini. Anne de oğlu da sobaya kömür taşıma işinde kullanılan peynir tenekesi ihalesine girmiş, ihaleden çıkar çıkmaz ele alınan sabun gibiydi: uzun uzun siyah.


     Bir annenin oğluna sevgili derecesinde bağlı olduğunu iyi bilenlerdenim. Ailenin ne kadar önemli bir ev olduğunu da iyi bilenlerdenim. İstanbul'u da iyi bilenlerdenim. Ben hep iyi bilenlerdenim aslında. İyi bir küçük oğul olduğum için, her daim anneme hasretle bakmışımdır. 5-6 yaşına kadar anneme aşıktım; hayır öyle hayal meya hatırlanan aşklardan değildi bu: ben ciddi ciddi babamın öleceğini ve annemle evleneceğimi düşünmüştüm. Okula başlayınca başka kızlar tanıdım, ve ilk ihanetimi anneme ettim.



     Durum şu an hayli değişik: insan zamanında bir mimiğinize istediğinizi imkanları dahilinde yapacak kadını ihmal ediyor. Onun yerine en azından ben ona benzeyen bir hanımı koyuyorum. Keşke hep o şarkı söylese, ben de evin içinde Güner Ümit taklidiyle halıda kayıp düşsem. Gelse yanıma. Yemeğin harcından arasına koyduğu ekmeği verip, elimden tutsa da kaldırsa.

5 Ekim 2011 Çarşamba

Not Defterimi Açıyorum; Sol Üste Kadın Yazıyorum

Parfümünü 3 kilo sıkan, toplam 70m'lik kaldırımın 70m'sini kokusu ile kaplayan Toshiba saçlı kız.. n'aber?


    Günler gelip geçiyor, okullar açıldı; ilkokul birinci sınıflar herkesten bir hafta önce derslerine başladılar. Bahaneleri hazır: uyum. Yıllar sonra o çocuklar geri dönüp bakınca ne hissedecekler acaba? Biz ilkokula giderken 7 yaşından 14 yaşına kadar hep birlikte başlar, hep birlikte sosisli kuyruğuna girer, hep birlikte ant içer, tuvaletlere işerdik. O zamanlar da vardı gerçi bu uyum meselesi. Çok iyi hatırlarım, 8. sınıfta taze sıkılmamış sivilceleriyle bir ergenken bizim sınıftan birkaç arkadaş 2. sınıflardan çocukları ezmişti. Kötü şeyler bunlar.


     Mesleğim gereği insan ilişkileri üzerine kafa yoruyorum. Halkla İlişkiler Uzmanı gibi sapık bir mesleğim yok. Onun okulu falan varmış, ben okul neyin bilmem. Otöbüste, dolmuşta, işte, tuvalette, restaurantta, evde, sevişirken ve hatta Galata Köprüsü'nden Eminönü'ne tramvayda geçerken bile insanları gözlemliyorum. Çünkü bana öyküler gerek. Hayır Orhan Kemal olmaktan vazgeçmedim, ama Orhan abi'nin yazdıklarını görselleştirmek benim işim. Evet. Ve okuldaki birinci sınıfları çok tatlı gözlemliyorum. Küfür falan ediyorlar, çocukça André Gide'lik yapıyorlar. Ben onlara Matisse resimleri gösteriyorum. Anlamıyorlar. Kantinde omuz atasım gelmiyor onlara artık. Hiç gazete de okumuyorlar.

     Kanayan yaralar, insanların kendilerine bile itiraf edemediği ve hatırladıkça afalladıkları çukurlar gerek bana. Kadın erkek ilişkisi gerek; derste sürekli bekaretten dem vuruyoruz. Beni de alıyor bir düşünce.. not defterimi açıyorum sayfanın sol üst yanına büyük harflerle KADIN yazıyorum, hemen karşısına büyük harflerle ERKEK yazıyorum. İkisini de manasızca bir çerçeve içine alıp KADINdan ERKEĞE sağ alta bir ok, ERKEKten KADINA sol alta bir ok çıkartıyorum. Okların altına çatışma, vazgeçilmezlik, katarsis yazıyorum. Dart tahtama bir ok daha atıyorum: lan öykü lazım öykü!